Parkinson Hastalığının Nedenleri
Sanıldığının aksine bu hastalığın yaşla veya genetik yapıyla ilgisi yoktur. Dünyada hızla artan ve stres ve kaygı başta olmak üzere çevresel faktörler hastalığın ortaya çıkmasına ve hızla yayılmasına neden olmaktadır.
Nörodejeneratif hastalıkların meydana gelmesinde en önemli faktörlerden biri yediğimiz içtiğimiz ürünlerin toksik yapısıdır. İnsanoğlu on binlerce yıldır doğal yollardan elde ettiği gıdalarla besleniyordu ve vücudu buna göre programlanmıştı; yani vücudumuz doğal yollardan elde edilen besinlere alışkındı. Ama geçen yüzyılın başından itibaren yediğimiz, içtiğimiz her şey ve soluduğumuz hava doğallığını kaybetmeye başladı. Bilim ve teknolojinin gelişimine paralel olarak gıda üzerine ticaret yapan insanlar, bir yandan daha çok ve daha çabuk üretim yapmanın yolunu ararken bir yandan da ürünlerini zararlı haşerelerden korumak için zirai ilaçlar kullanmaya başladı.
Derken, tüm dünyada felakete neden olan bir savaş başladı: İkinci dünya savaşı. Bu savaştan insanlar hem yaralı hem de aç çıktı. Savaştan sonra dünya nüfusu yeniden hızla artmaya başladı. Savaşın yıkıcılığı sonucu bu kadar insanı doyuracak gıda üretimi yapılamamaktaydı. Bunun üzerine Amerika’da açlıkla mücadele etmek için “Yeşil Devrim” denilen bir hareket başlatıldı. İyi niyetle başlatılan bu hareketin maksadı, savaş yüzünden talan olmuş dünyada, hızla artan nüfusu doyurmak için daha hızlı ve daha çok besin üretmekti.
Peki, bunu nasıl yapacaklardı? Yani daha hızlı ve daha çok besini nasıl üreteceklerdi? Tabi ki suni zirai ilaçlar, kimyasal gübreler keşfederek. Savaşırken birbirlerini öldürmek için her türlü silah üretmekte yarışan ülkeler, savaştan sonra teknoloji dehalarını tarım zehirleri üretmek için kullanmaya başladılar. Ancak çok geçmeden anlaşıldı ki çabuk olsun ve çok olsun diye kimyasal ilaçlarla yapılan üretim toprağı kirletiyor, su kaynaklarını tüketiyor ve çevre kirliliğine neden oluyor; ayrıca bu şekilde üretilen gıdalar insan sağlığına da zarar veriyor. Bunun farkına varan ülkeler bu tür üretimden vazgeçtiler, ama artık iş işten geçmişti:
Küresel gıda piyasasına hakim firmalar hızlı ve daha az maliyetli bu tarım üretiminin nasıl yapılacağını öğrenmişti bir kere. Büyük karlar getiren bu tür uygulamalar kısa zamanda tüm dünyaya yayıldı. Bu yetmezmiş gibi genetiği ile oynanmış gıdalar, raf ömrü uzasın, rengi bozulmasın diye besinlerde kullanılan binlerce katkı maddesi de eklenince daha önce var olmayan yeni hastalıklar ortaya çıktı. Var olan hastalıklardan mustarip olanların sayısı da çığ gibi arttı. Oysa eskiden yazın yaz meyve sebzesi, kışın kış meyve sebzesi yerdik. Bir domatesin yetişmesi iki üç ay alırdı ama tadı, kokusu bambaşkaydı.

Beslenmek için marketlerden aldığımız, eşimize çocuğumuza yedirip içirdiğimiz ve içinde hastalık yapıcı katkı maddeleri olan binlerce ürün bulunmaktadır. Gözümüzün önünde ama görmezden geldiğimiz korkunç bir şeydir bu.
Bunun yanı sıra besin için yetiştirdiğimiz hayvanların beslenme şekli de tamamen değişti. Eskiden çiftlik hayvanları meralarda otlayarak beslenirdi. Şimdi soya ve mısır ağırlıklı besleniyorlar ve tüm ömürlerini hareket etmeden geçiriyorlar. Doğal beslenme imkanını kaybeden ve ölene kadar kapalı küçük bir yerde yaşayan bu hayvanların hormonları ve kimyası bozulmaktadır. Artık yetiştirdiğimiz hayvanlar da şeker hastası oluyor. Onların etini, yumurtasını, sütünü tüketen insanlar da kalp, damar hastalıkları, alzheimer, parkinson gibi hastalıklara yakalanıyor.
Yediğimiz sebze ve meyvelerin üzerinde yüksek derecede zirai ilaç kalıntıları var ama bize söylenen bu kalıntıların zararsız limitlerde olduğu. Fakat bunları ihraç ettiğimiz ülke, sebze ve meyvelerde insana zararlı zirai ilaç ve diğer kalıntılar var mı yok mu diye titizlikle laboratuvarda inceleme yapıp, geri gönderiyor.
Yakın tarihte ABD’de yapılan bir araştırmada, yeni doğmuş çocukların göbek bağında üç yüze yakın kimyasal madde bulunmuştur. Ve o çocuklardan birçoğu yıllar sonra ortaya çıkacak bir hastalıkla doğdular. Ayrıca yaşadıkları sürece yedikleri içtikleri ile zararlı toksinlere maruz kalacaklar, bu da cabası.
Bir başka örnek fabrikalardan, otomobillerden çevreye salınan atıklarla ilgilidir. Bu atıklar havaya karışıyor, yağmurla tekrar bize dönüyor. Bu atıkların içinde ağır metaller var ve bu metaller toprağa, suya karışıyor ve oradan da vücudumuza giriyor. Bildiğimiz gibi ağır metaller nörolojik bozukluklara, otoimmün hastalıklara neden oluyor. Örneğin titanyum dioksit diye bir element yiyeceklerin, giysilerin beyazlatılmasında, güneş kremlerinde, ilaçlarda hatta pandemi döneminde takılması mecbur edilen maskelerdeki kumaşlarda bile kullanıldı. Oysa titanyum dioksit maddesindeki ağır metal atıklar bir kere hücreye sızdı mı vücut onu atamıyor. Bu madde içine sızdığı hücreyi tahrip edip kansere neden oluyor.
Ayrıca bu metal atıklar sadece kansere yol açmıyor, parkinson dahil nörodejeneratif hastalıklara da neden oluyor. Kısaca doğmadan önce başlayan zehirlenme yaşadığımız sürece devam ediyor. Bu kadar kirliliğe vücudumuz nasıl dayansın?